İçeriğe geç

Mühendis Müzisyen Olunca

Kategori: TecrübEM

Kendimi bildim bileli bas gitarlara meraklıydım. Ama her nasılsa, yaşım otuzlara varana dek içimdeki tutkuyu hayata geçiremedim. Hep daha “önemli şeyler” vardır ya hayatta uğraşacak!? Ama bir gün insanın hayatına bakışını kökten değiştiren bir olay olur, ertesi sabah uyanırsınız ve her şeyi bambaşka görürsünüz. İşte öyle bir sabah, uzun yıllardır içimde saklanan heyecanla, soluğu Seattle’ın en büyük gitar mağazalarından birinde aldım. “Bas gitar almak istiyorum!” dedim, ilk gördüğüm satış görevlisine. “Nasıl bir şey bakıyorsunuz?” diye sordu. “Yeni başlıyorum aslında ama iyi bir şey olsun!” dedim. Bütün gün mağazada ne kadar gitar varsa elden geçirdikten sonra, içlerinden biri hem sesi hem görüntüsüyle kalbimi çaldı. Dört telli ilk bas gitarım, deniz mavisiydi. Elime sanki “beni çalmayı öğrenmelisin!” dercesine yapıştı. Olan bitenden tamamen habersiz satıcı, bu işten pek de anlamadığımı, “denemelerim” sırasında açık ve net algılamış olacak ki, müşterisine yol gösterme sorumluluğuyla: “Böyle pahalı bir aletle müziğe başlayan kimseyi görmedim.” dedi bıyık altından gülümseyerek. “Yerinizde olsam kullanılmış bir şey alırdım.” “Teşekkür ederim”, dedim, “ama ben on beş yıldır bir bas gitara sahip olacağım günü bekliyordum ve bunu da elimden bırakmaya hiç niyetim yok.” Bir amfi ve speaker’i da benzer titizlikle seçerek, yeni oyuncaklarımla evin yolunu tuttum.

Üniversiteyi bitirdikten sonra, politikaya bulaşmamayı başararak dört yıl bir büyükşehir belediyesinde çalışmıştım! Ancak 1994 yerel seçimleriyle iş başına gelen yeni yönetim, benim ve aynı danışmanlık ekibinde çalışan bir grup genç endüstri mühendisi arkadaşımın yerel yönetimcilik sevdasına ister istemez son verdi. O noktada kariyerimi gözden geçirip, yola nasıl devam edeceğime karar vermem gerekti. Okuldan birçok meslektaşım ya bir fabrikada üst düzey yönetimlere doğru tırmanmaya başlamış ya da finans kurumlarında rakamlarla oynamayı yeğlemişti. Kendini bilime adamış bazı arkadaşlarımız ise, hızlarını alamayıp master ve sonrasında doktoraya devam ettiler. Gerçi hayatta ne yapabileceğini pek kestiremeyip bir eylemsizlik eseri olarak bu yolu seçenler de yok değildi. O sırada aklımda yurt dışına gitme fikri belirdi ve böyle bir deney için zamanlama her açıdan gayet uygundu. En avantajlı sektörün IT olduğuna karar verdim ve tozlanmış MIS/Programming bilgilerimi parlatarak iş aramaya koyuldum. Şansım yaver gitti ve kısa bir süre sonra Amerika’da Oracle/ERP konusunda bir proje buldum. Evi barkı kapatıp, ne var ne yok sattım, ailemle ve dostlarımla helalleşip okyanusu geçtim. Texas’ta çalıştığım ilk şirkette iki üç yıl kadar “palazlandıktan” ve – aslında yeşil olmayan – greencard’ımı da cebime koyduktan sonra, kariyerimde ve hayatımda yeni bir sayfa açıldı. Artık sadece kısa dönemli kontrat türü projelerde, saatlik ücretle çalışarak hayatımı kazanabildiğimi farkettim. Türkiye’de henüz pek yaygın olmayan bir model. Yani üç ila altı aylık geçici projelerde çalışırsınız, bir iş garantiniz yoktur ama, hiç bir şirkete bağımlı olmamanın özgürlüğünü yaşarsınız. Diğer yandan sizinle aynı işi yapan full-time bir elemandan çok daha fazla kazanabilirsiniz. Kontrat bazlı çalışmanın dayanılmaz bir hafifliği de vardır. İş yerinize her gün misafir gibi gidersiniz, hiç bir politikaya, pisliğe bulaşmadan işinizi yaparsınız. Etraftaki çalışanların, şirketlerinden bahsederken “biz” diye başlayan heyecanlı konuşmalarını, aslında işlerine bağlılıklarının şirketin borsadaki performansına endeksli olduğunu, devasa organizasyon şemalarında isimlerini bir üst kutucuğa taşıyabilmek için patronlarına yağ çekmelerini gülümseyerek izlersiniz. Gün gelip kontratınız biter ya da sizi daha erken kapıya koyarlarsa, işe biraz zorunlu tatil olarak bakarsınız ama bunda da şikayet edilecek bir şey yoktur aslında. Çünkü bir bakıma amaç odur zaten. “İş garantisi”‘ne sahip, içerde oturan full- time meslektaşlarınızın iki üç hafta tatil yapabilmek için koca bir yıl çalışmaları gerektiğini bilirsiniz. Zaten kimin ne kadar iş garantisi olduğu da tartışma konusudur. Ayrıca bunun var olmadığını baştan kabul etmekle, aslında işinizi kaybetme korkusunu da hayatınızdan çıkarmış olursunuz ki, bana göre en büyük hafiflik budur. İşin güzel tarafı da esnek ve bağımsız bir proje danışmanlığı kariyeri, önceleri hobi olarak başlayan müzik konusuna ciddi olarak eğilebilmem için bana finans ve zaman kaynağı yaratma bakımından çok işe yaradı. Belki de daha önemlisi, “iş” denen şeyin hayatımın içinde durması gereken yeri konusunda net bir perspektif getirmiştir.

Deniz mavisi rengindeki ilk bas gitarıma kavuşmamın üstünden sadece birkaç ay geçmişti ki, çalıştığım bir şirketin tuvaletinde uzun yıllar beraber çalacağım bir gitaristle tanıştım. Kendi kendime Jethro Tull’in 1960’lardan kalma bir şarkısını mırıldanıyordum. O da yan taraftan şarkının adını söyleyiverince yıllar boyu sürecek dostluğumuz başlamış oldu. Şansıma o da grubuna bir bas gitarist arıyordu ve denemek istediğimi söylediğimde, “Neden olmasın?” dedi. Böylece bir anda kendimi konserler veren aktif bir rock grubunun üyesi olarak buluverdim! İlk aylarda bazı günler yedi sekiz saat durmadan çalıştığımı hatırlıyorum. Artık ya parmaklarımın acısından ya da karnımı doyurmak için (bazen her ikisi de) durmam gerekiyordu. Bu arada çok iyi bir bas gitar eğitmeninden iki yıl kadar ders aldım. Hatta hatırlıyorum, bir gün birbirimizin hayatına özendiğimizi itiraf etmiştik karşılıklı. Ben onun hayatını sadece müzik yaparak kazanabilmesine, o ise benim sadece istediğim zaman müzik yapabilmeme imkan verecek kadar para kazandıran iyi bir mesleğim olduğuna…

Birkaç yıl sonra, biraz daha kendime güvenim artmış olarak, bir davulcu arkadaşımla beraber beş kişilik bir jazz grubu kurduk. Bu arada artık kırmızı bir beş telli ve turuncu bir altı telli bass gitara sahip olmuştum. Çok iyi müzisyenlerle jazz çalmaya başladığımda, müzikle ilgili aslında ne kadar az şey bildiğimi farkettim; bu kadar yıldır uğraşmama rağmen hala da öyle düşünüyorum.

Müzik hayatım ve IT projelerim mutlu mutlu birbirini besleyip giderken, iki buçuk yıl önce bir yol ayrımına geldim. Seattle’da uzun yıllardır tanıdığım, müzik bilgisine ve kabiliyetine çok saygı duyduğum bir Türk gitarist arkadaşımla büyük bir heyecanla bir rock grubu kurmuştuk. Müzik Türkçe sözlü ama altyapı tamamen batılı. Çevreden de aldığımız cesaretle, dört parçalık bir demo CD yapıp şansımızı denemek için Türkiye EMI’a gönderdik. Kısa bir süre sonra bizi şaşırtan bir cevap geldi: “Sizinle en az iki albümlük bir anlaşma imzalamak istiyoruz, ancak bunun için İstanbul’da yaşamanız gerekli; taşınma ve bir kaç aylık barınma masraflarınızı da karşılayabiliriz!” Şimdi kendi adıma konuşursam, ODTÜ mezunu bir endüstri mühendisinin normalde karşısına çıkmayacağı türden bir teklif bu. Müzisyen olmayı ve hayatımı müzik yaparak kazanmayı çok uzun zamandır hayal ediyordum ve bunu denemek için önümde bir fırsat vardı işte! Her ne kadar Seattle’da bir çocuğum, evim, işim, dostlarım olsa da bu hayali gerçekleştirmek için içimde karşı konulmaz bir istek vardı. Eğitimim, bugüne kadarki kariyerim, o anda hiçbir şeyin önemi yoktu. Fazlaca tereddüt etmeden, içimdeki müzik ateşini izledim ve bir grup üyesi olmanın tüm sorumluluğunu üstlenerek, bu işi gidebileceği son noktaya kadar götürmek üzere teklifi kabul ettim.

Aklıma takılan en önemli şey, her şeyden çok sevdiğim on yaşındaki oğlumdan uzakta olma fikriydi. Ona neden gitmek zorunda olduğumu anlattım ve dünyanın neresinde olursam olayım, en az iki ayda bir görüşme sözü verdim. Tuttum da!

Türkiye’ye gitmeden iki gün öncesine kadar çalıştığım son işyerinde saatlerin geçmek bilmeyişini hatırlıyorum. Ve yazdığım son bilgisayar programlarının bana ne kadar boş ve anlamsız geldiğini!… Akşamları işten çıktıktan sonra prova stüdyosuna koşup uzun saatler çalışıyor, Türkiye’de çıkaracağımız albümün son rötuşlarını yapıyorduk. Artık yeni hayatıma ve kimliğime bir an önce kavuşmak için sabırsızlanıyordum. Satılabilir neyim varsa sattım. Sadece bir kaç hafta içinde, otuz yedi yıllık hayatımın elle tutulur tüm öğelerini dört bavul, bir amfi ve iki gitara (turuncu ve kırmızı; maviye yer kalmadı) indirgeyerek yola koyuldum. On iki yıl önce bir mühendis olarak yine elimde dört bavulla ayrıldığım Türkiye’ye, bu kez bir müzisyen olarak geri dönmek ilginç oldu.

Her şey güzel başladı, sıcak bir karşılama oldu. Gelir gelmez güzel mekanlarda güzel konserler verildi, basın bizimle yakından ilgilendi. Ancak kısa süre içinde bizi bekleyen çok fazla zorluk olduğunu ve başarının kolay gelmeyeceğini kavradık. Amerikalı davulcumuz da bizimle gelerek İstanbul’a yerleşmişti ve grup olarak üçümüz aynı evde kalıyorduk. Daha geleli bir ay olmuştu ki, bir sabah kalktığımızda onu evde bulamadık! Kendi başına bakkaldan ekmek almayı beceremeyen adam, davul setini bile geride bırakarak apar topar Amerika’ya dönmüştü; daha doğrusu “kaçmıştı” diyelim. Kendisini bir daha görmedim. Daha ilk ay içinde davulcusuz kalmak belimizi epey büktü. Yaşadığımız her türlü olumsuzluğa rağmen, yaptığımız müziğe inandık ve büyük bir ümit ve zevkle işimize sarıldık.

Bir yandan, daha önce hayal ettiğim gibi, tüm enerjimi yalnız ve yalnız müziğe aktarmanın tarifsiz mutluluğunu yaşarken, diğer yandan her geçen gün geride bıraktığım kariyerimden bir adım daha uzaklaşmanın bir parça tedirginliğini yaşamaya başladığımı da itiraf etmeliyim. On yıllık tecrübeme dayanarak, eskimiş bir IT danışmanlık resumesinin, daha ne olduğunu anlamadan işe yaramaz bir kağıt parçasına dönüşebildiğini o kadar iyi biliyordum ki!

Çok geçmeden Türkiye’de müzik sektöründe yer edinmek için sadece iyi müzik yapmanın da yeterli olmadığını anladık. Doğru şekilde “present” edilmek bir yana, dinleyicinin müzik dışında bir yolla da ilgisini çekmek gerekiyordu. İlgisiz bir sansasyona ya da basına yansıyan bir magazin haberine bulaşmak, bilmem kimin yanında görünmek gibi şeyler, bir insanı ya da grubu bir anda hak etmediği şekilde popüler yapabiliyordu bu ülkede! İnsanlar ancak o zaman kim olduğunuzla ve ne yaptığınızla ilgilenmeye başlıyordu. Bir büyük plak şirketinin genel müdürü, bize bu anlamda başarıya gidebilecek yolu şöyle özetlemişti: “Müziğiniz güzel ama yetmez. Nasıl olur ben söyleyemem ama bir şekilde dikkat çekmeniz gerekiyor; ne bileyim gidin bir yerlerin camlarını indirin!”

Türkiyedeki “entertainment” endüstrisinin tamamen dışından gelen ve tüm enerjisini müzik dünyasında bir yer edinmeye odaklayan biri olarak, sosyallik ve insan ilişkileri adına öğrenilmesi gereken çok şey olduğunu da farkettim. Baskıcı bir ilk ve orta öğretim üzerine konan, sosyallikten biraz uzak katı bir mühendislik eğitiminin yaratıcı/sanatsal/sosyal bir yaşam biçimiyle pek az ortak noktasının olduğunu söylersem, herhalde yanlış bir saptama yapmış olmam. Bu tür bir misyon, çok farklı disiplinden gelen biri için başlangıçta ekstra çaba gerektiriyor. Ancak değişimi kucaklamak ve ona ayak uydurmak benim için yaşamın anlamı zaten, o açıdan bu konuda bir şikayetim olmadı. İşin güzel tarafı kendinizi müzik ve sanat eksenli bir ortamın içinde bulduğunuzda, farklı eğitim, kültür ve düşünce sistemine sahip bambaşka dünyadan insanlarla tanışıyorsunuz. Bugüne kadar çalıştığım IT sektöründe birbirine benzer düşünen, benzer konuşan, benzer giyinip, benzer yaşayan insanlarla çalıştım hep. O açıdan biraz da kendimi buldum diyebilirim bu hafif kaotik ortamda.

Diğer taraftan, laf aramızda, mühendis olmanın pratik yararları da yok değil aslında; müzik teorisinin tamamen matematik üzerine kurulu olduğunu biraz konuyla ilgisi olanlar bilir. Ya da bir parçanın yapısı ve ritmi tamamen matematiksel kalıplar içinde düşünülebilir.

Bize geldiğimiz günden itibaren Türkiye’de sesimizi duyurabilmemiz, diğer bir deyişle “salonları doldurabilmemiz” için eski bilinen parçaları “cover” yapmamız “gerektiği” söylendi. Gerçekten Türkiye’de başarı sağlamış rock gruplarının çoğu, bu yoldan geçerek “patlamışlar”. Bunu anlamak o kadar da zor değil aslında. Bizim öz müziğimiz, tüm ritmik ve melodik zenginliğine karşın, esasen tek sesli. O yüzden Rock’ın ya da diğer çok sesli müzik türlerinin Türk kültürü içinde tam olarak algılanması kolay değil. Bu açıdan dinleyici, ağırlıklı olarak ana melodiye dolayısıyla da soliste odaklanıyor ve yapılan müziğin diğer öğelerine çok fazla kafa yormuyor. Diğer yandan herkesçe bilinen bir “cover” parça, sıradan izleyiciyi orjinal bir parçadaki bir sürü enstrümanın (ona göre) “anlamsızca” bir araya getirdiği karmaşık alt melodileri çözümleme zahmetinden kurtarıveriyor.

İlk albümümüzün kayıtlarını Seattle’da yapmıştık. Türk izleyicisine hitap etmek açısından, vokallerin enstrümanlara göre çok daha ön planda olması gerektiğini Amerikalı ses mühendisine anlatmakta güçlük çekmiştik. Adam her parçada, “emin misiniz?” diye tekrar tekrar soruyordu hayretler içinde.

Türk rock soundumuz da her şeyimiz gibi kendine has. Hafif arabesk, hafif melankolik, vokal-merkezli, dünyayı etkileyen güncel müzik akımlarından biraz kopuk ve eski moda, kendi halinde bir tarz. Ama ne diyebiliriz ki, toplumlar kendi dinamiklerini kendileri yaratır. Bu da bizim “Rock” müziğimiz işte!

Bir yandan sesinizi duyurmak veya daha basitçe “karnınızı doyurmak” için piyasanın gereklerini ve taleplerini yerine getirmek zorundasınız, diğer yandan inandığınız müziği yapmak, özgün ve kalıcı bir şeyler yaratmak arzusundasınız. İşte bu yelpazenin neresinde durmak istediğiniz çok önemli. Sanatı önce kendiniz için yapıyorsunuz elbette, ama diğer yandan boş bir konser salonunun duvarlarına çalmakla, dolu bir salonda çalmak arasında o kadar büyük bir fark var ki!

Müzik projesi için Türkiye’ye taşındıktan altı ay kadar sonra eski hayatımdan gelen bir e-mail beni biraz düşündürdü. Gelmeden önce Amerika’da bitirdiğim son projenin ikinci etabı için cazip bir iş teklifiydi bu. Pozisyon Paris’te, iki haftada bir evime (her neredeyse) gidip gelme durumum olacak, ücret de gayet yerinde. Kısa bir tereddütten sonra, Türkiye’de bana henüz beş kuruş ödemeyen müzik projeme ısrarla devam etmeye karar verdim. Ama biraz sendelediğimi itiraf etmeliyim. Her ne kadar inandığınız bir şey için savaşıyorsanız da, bugüne kadar büyük bir emekle yarattığınız kariyerinizin elinizin altından yavaşça kayıp gitmekte olduğunu hissediyorsunuz ve içinizde bir şeyler kımıldıyor. ERP konusunda, özellikle teknik alanda proje/kontrat bazlı çalışabilmek için kendinizi sürekli geliştirmeniz, hep en iyi projelerde çalışmanız, en son versiyon teknoloji araçlarına hakim olmanız gerekiyor. Yarışta bir adım geri kaldığınızda, öncesinde kaç yıl tecrübeniz olursa olsun bir kenara atılıveriyorsunuz. Proje aldığınız şirketin kapısından girdiğiniz anda bir şeyler üretmeniz hatta bir şeyleri kökünden değiştirmeniz bekleniyor. “Learning Curve” dediğiniz, yukarıya doğru dik bir çizgi şeklinde olmak zorunda. O açıdan bu ortamda çok uzun süre sektörün dışında kalmak, sektörü terketmekle neredeyse eş anlamlı.

Müzik projeme, her şeye rağmen bir yıl kadar daha devam edebildim. Başka yazılara konu olabilecek bir takım nedenlerle, aşağı yukarı bir buçuk yıllık bir macerayı 2006 Ekim’de bitirmek zorunda kaldım. Türkiye’de yaşayan ailemle tekrar vedalaştım. Amfi, speaker, gibi büyük ve gerekli olmayan ne varsa sattım, yine elimde dört bavul ve bir gitarla (turuncu) başladığım noktaya, Seattle’a ve IT projelerime geri döndüm. Her şeye yine yeniden başladım. Uzun bir ara vermiş olmama rağmen, düşündüğümün aksine iş bulmam zor olmadı. Bir yıl içinde toplam dört iyi projede çalıştım. Böylece sararmaya yüz tutan resumem tekrar ışıldayan ve bana yeni ekmek kapıları açabilen bir anahtar haline dönüştü. Sektördeki yeni teknolojiler neyse yakaladım yine. Çevremdeki pek çok insan “doğru” kararı verdiğimi söyledi; onlara göre benim için kuşkusuz “doğru” olan o kadar eğitim gördüğüm ve yıllarca kariyer yaptığım konuda yoluma devam etmekti. Aksi düşünülebilir miydi? Nitekim dönüp dolaşıp yine döndüğüm yer o oldu işte!

Müzikle sadece “hobi” olarak uğraşmaya başladım tekrar. Eskiden arada bir çaldığım bir rock grubunun bass gitaristi ayrılmış, onlara katıldım. Eğlencesine “jam” yaptığım bir perküsyoncu vardı, o da davullarının tozunu sildi, şimdi yine başladık arada bir çalmaya. İstanbul’da o inanılmaz tempoda geçen bir buçuk yıl sanki hiç yaşanmamış gibi bazen. Hepsi hepsi üstünde resimlerim ve ismim olan bir kaç CD var elimde kalan. Görüntüde basit ama benim için taşıdığı anlam o kadar büyük ki!

Türkiyedeyken tanıştığım, hatta bir süre bizim grubun menajerliğini de yapan bir kız arkadaşım vardı. Onunla evlendim, o da benimle Amerika’da şimdi. Bir bakıma bütün bu hikaye sanki aslında onun için yazılmış gibi. Türkiye’ye gidişimin, onu buluşumun ve bir süreliğine rafa kaldırdığım “doğru” hayatıma onunla geri dönüşümün hikayesi.

Konumuzla pek ilgisi yok ama, şu aralar aklımı çelen başka bir şey var paylaşmak istediğim. Geçen yaz zorlu bir eğitimi tamamlayıp sualtı dalış liderliği (Dive Master) sertifikası aldım sonunda, dalıcılık mesleğinin ilk ve en önemli aşaması bu. Hatta tam bir fikrimin olabilmesi için, bir dalış teknesinde bir hafta çalıştım bile! Müthiş bir tecrübeydi ve hayatımda yeni ufuklar açtı! Bazen, bana ayrılmış şu küçücük “Cubicle”ımın içinde bilgisayarımın başında oturmuş çalışırken, bir an gözlerimi kapatıp hayal etmekten kendimi alamıyorum: Cennet gibi bir tropik adadayım ve tek işim mavi derinliklere dalmak… Dalmak, yine dalmak!

Rüçhan Üner

RuchanUner400

1990 ODTÜ Endüstri Mühendisliğinden mezun olduktan sonra dört yıl Ankara Büyükşehir Belediyesi’nde calıştım.

Kariyerime Amerika’da Oracle/ERP uygulamalarında teknik danışmanlık yaparak devam ettim.

On iki yıldır yirminin üzerinde projede çalıştım.

Bir buçuk yıl kadar Türkiye’de bir rock müzik projesi için mühendislik kariyerime ara verdim.

Halen Seattle’da oturmaktayım.

En önemli hobilerim bas gitar çalmak, müzik dinlemek, yemek yapmak, bisiklet ve motosiklete binmek, doğa yürüyüşleri, scuba diving ve kayak. 

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın